Her cuma sabahı yaptığımız gibi saat 08:00 mutlaka olgu toplantısını ve bir sonraki haftanın ameliyat listesini yapmışızdır. Ancak ben 06 Mart 2009 tarihinde öğle saatlerine kadar ne yaptığımı fazla hatırlamıyorum. Sıradan düz bir Cuma günü gibi başladığı muhakkak. Ancak saat 13:00'de bir gazetecinin gelip akciğer nakli ekibi ile görüşme yapacağını hatırlıyorum. O günlerde nakil ruhsatımız geldiği için sık sık gazetelerden bazı görüşme istekleri olur, bazı bilgiler sorulurdu. Bu görüşme için Koordinatörümüz Belma ile konuşup görüşmenin C Blok 1. Katta doktor dinlenme odasında yapılmasını kararlaştırmıştık. Adını sonradan gazete haberinden öğrendiğim Şafak Hanım benim odama geldi, biraz sohbet ettikten sonra gibi birlikte C bloğa gittik. Toplantı salonunda Belma, Şenol, Oral ve Atilla Ağabey vardı. Bize çeşitli sorular soruldu ve nakil hastalarımız hakkında bizden bilgi aldılar. Ardından Cerrahi Postoperatif Yoğun Bakım Ünitesi'ne geldik ve nakil yaptıktan birkaç gün sonra Hürriyet Daily News'da yayınlanan fotoğrafı çektirdik. Bu işler yaklaşık saat 14.00 civarında tamamlandı ve Şafak Hanım'ı uğurladık.
Konuşmanın genel olarak nasıl geçtiğini hatırlamıyorum ama Şafak Hanım bize özellikle kot taşlama işçilerini, onların kaç tanesinin nakil adayı olduğunu, yurdumuzda genel olarak nakil bekleyen kaç hastanın olduğunu sordu. Biz de ona elimizdeki verileri ve tahminlerimiz uzun uzun anlattık. Ancak konuşmanın sonuna doğru ona nasıl hazırlandığımızı ve artık bu işi yapmak için nasıl motive olduğumuzu anlattığımı çok net hatırlıyorum. "Biz hazırız artık ve bu işe gireceğiz, ne olursa olsun" dediğimi hatırlıyorum. Son aylarda buna benzer konuşmaları çok yapıyordum ve konuştukça inancım ve kendime güvenim artıyordu.
Sıcak, güneşli bir gündü 6 Mart. Şafak Hanım gittikten sonra o konuşmaların etkisi ile odamda yine nakil günü neler olacağını düşünerek bir süre geçirdim. Akşam dışarıda olacağım için cep telefonumu odamdaki şarjda bırakarak servise gittim. Aradan ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum ama artık yavaş yavaş hastaneden çıkma hazırlıkları yaparken telefonumu almak için odama geldiğimde telefonumda birçok cevapsız çağrı olduğunu gördüm. Bu çağrıların 2 tanesi Belma'dan, 3 tanesi de Ali'den (Dr. Ali Demirel) gelmişti. "Haydi" dedim kendi kendime "Bu hayra alamet değil".
Hemen Ali'yi aradım:
Ardından Belma'yı aradım. Benden önce defalarca Ali ile konuştuğundan duruma son derece hâkimdi:
Yerime oturdum ve arkamdaki camdan dışarı bakmaya başladım. Zehir kanımda yürümeye başlamıştı. Kalbimin hızla attığını hissediyordum. "Alabilir miyiz" diye düşündüm, "Hayır alamayız" . Maceraya gerek yoktu. Son derece soğukkanlı düşünmek ve hareket etmek gerekiyordu. Biz hiç böyle bir işi yapmamış bir ekip olarak o kadar uzun mesafeden organ alamazdık.
Odamda öylesine oturuyordum hiçbir şey yapmadan. Alamayacağımıza o kadar emindim ki, ilk dakikaların heyecanı geçmiş öyle gelecek telefonları bekliyordum. Yavaş yavaş donörle ilgili bilgiler gelmeye başladı. Gencecik bir kız çocuğu araç dışı trafik kazası nedeniyle kaybedilmişti. Bütün değerler çok iyiydi. Ali bize oradaki donöre bakan anestezistin ve Konya'nın koordinatörünün telefonunu vermişti ve inanılmaz bir destek vererek her istediğimizi yapıyorlardı. Telefon trafiği devam ederken Ali beni aradı.
Saat akşamüstü 16:00 civarına geliyordu. Hastane yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı. Oral ve Şenol ile birlikteydik. Kantine gidip bir çay içelim diye düşündük, hem de biraz hava alırız. Oral'a
Uzun tartışma ve sıkıntılı dakikalardan sonra;
Bilmiyordum ki o konuşmaları yaptığımız dakikalar boyunca fikre hepimiz yavaş yavaş hazırlanıyoruz. Artık kalbimiz daha hızlı çarpmaya, ellerimiz terlemeye, aklımız önümüzdeki uzun geceye hazırlanmaya başlamıştı. Belli oldu ki artık o masadan alırız demeden kalkmak, aylardır üzerinde onca kafa yorduğumuz süreci geldiği belki de en tepe noktasından geriye düşürecekti. Yine de o anın gerginliği içinde biraz da tam olarak neyin içinde olduğumuzu kestiremeden ne dediğimi çok düşünmeden ağzımdan; "Ara o zaman Eyüp'ü" çıkıverdi. Saat 18:00'e doğru geliyordu.
Çok çok yıllar önce bu isimde bir kitap okumuştum. İş Bankası yayınlarından. Tarihin çok önemli günlerinde, anlarında verilen kritik kararları anlatıyordu. Örneğin ordulara komuta eden komutan hücum emri verdiği anda ya tarihin en değerli komutanlarından biri oluyordu ya da hiçbir iz bırakmadan yok olup gidiyordu. İşte "o an" ne biraz geç ne biraz erken. Verdiği karar kadar vermediği karar da onun yüzyıllarca nasıl anılacağını belirliyordu. Tabii ki, böyle tarihi bir anda değildik. Bu anlar bizler için önemli anlardı. Ama ben şunun huzuru içindeydim; vermediğim, veremediğim bir kararın sonucu ile yüzleşmeyecektim. Artık ne olursa olsun bundan sonra olacak her şey için "benim kararım" diyebilirdim.
Böylesi bir ruh hali ile kantinde oturuyorduk. Ben Şenol, Oral ve Belma. Benim sözlerim üzerine Belma hemen Eyüp'ü aradı ve ona uygun bir organ bulunduğunu söyledi. Yapması gerekenleri bin kere konuşmuştuk ama yine de son olarak hazırlık yapmasını, bizden "hastaneye gel" telefonu alıp ambulansı bizim organize edeceğimizi ve o saatten sonra da bir şey yememesi gerektiğini söyledik.
"Haydi o zaman açtırın konsey salonunu" deyip oradan kalktım. Hep birlikte D blokta her zaman toplantı yaptığımız konferans salonuna doğru ilerlemeye başladık. Daha ben koridorda yürürken servis içinde bir hareketlenme başlamıştı. Nöbetçi ekip, Hemşire Hanım'lar, hasta yakınları sanki biz daha kantinden konferans salonuna gelmeden haberi almışlar, başka türlü bir ruh haline bürünmüşlerdi. Hemen Eyüp'ün dosyasını, filmlerini çıkardık ameliyat planımızı gözden geçirmeye başladık. Eve gitmesi gerekenler hemen gidip gelecekti. Erdal boynundaki bir sorun nedeni ile o gün izinli idi, hemen ona haber verdik. O gece nöbetçiler Çağatay ve Gökçen idi. Hepimiz toplantı salonunda toplanıp hazırlıkları ve planı konuşmaya başladık.
Konya'da Meram Hastanesi'nde çok yardımcı ve becerikli bir Anestezist Doktor Hanım ile oranın koordinatörü arkadaşımız bize donör ile ilgili tüm bilgileri son derece hızlı bir şekilde veriyorlar, istediğimiz incelemeleri hemen sonuçlandırıyorlardı.
Ali o sıralarda hastaneye geldi. Belma ile birlikte uçak şirketlerinden fiyatlar alıyorlardı. Elbette bir fiyat almakla iş bitmiyor, hangi havaalanından kalkılabilir, saat kaçta hazır olabilirler gibi bir sürü detay için yine yine konuşmak gerekiyordu. O zamanlar Sağlık Bakanlığı'nın uçakları yok, her ekip kendi ayarlıyor. Saat 19:00 civarında Belma 117'yi arayıp ambulans organizasyonunu yaptı ve Eyüp'e, 30 dakika içinde onu gelip alacaklarını söyledi. Bu arada diğer ekiplerin hangi organı alacağı belli olmaya başlamıştı. Bizi en çok ilgilendiren kalbi kimin alacağı idi. Çünkü hem aynı alanda çalışıyorduk, hem de kalp ve akciğer ortak doku kullandığı için kesinin nereden olacağı çok önemli idi. Ben sürekli olarak Belma'ya kalp ekibini soruyordum ve sonunda Ankara'dan gelen haber yüzümüzü güldürdü; Kalbi Yüksek İhtisas alıyordu. Yüksek İhtisas Hastanesi olması birkaç açıdan bizim için önemliydi. En önemlisi Dr. Mehmet Ali adında hem bakanlığın bilimsel kurulunda görevi nedeniyle tanıdığım, hem de bizim hastaneye gelerek ruhsat başvurusunu değerlendirirken çok yakınlığını gördüğüm bir doktor arkadaşım ekip başında idi, hem de ekip yıllarca bu işle uğraştığı için son derece deneyimliydi.
Uzun konuşma ve görüşmeler sonucunda 20:30'da ambulansın gelip bizi almasına karar verildi ve artık biz zamana karşı hareket etmeye başladık. Yaklaşık 22:00 sularında orada olacaktık ve kalp ekibinin gelişine uygun bir organizasyon gibi gözüküyordu. Tüm ekip hazırlıkları tekrar tekrar kontrol ediyor, neyi nasıl yapacağımızı tartışıyorduk. Aslında aylardır kafa yorduğumuz işlerdi hep konuştuklarımız ama işte süreç yürümeye başladığında insan defalarca tekrar etmekten yorulmuyordu. Dr. M. Ali Özatik'i aradım telefonla ve ona sıkıntılarımızdan söz ettim. Beraber olacağımızdan çok memnun olduğumu söyledim. O da beni cesaretlendirici bir sürü söz söyledi ve çok mutlu kapattım telefonu.
Ayşegül'ü aradım, "Biz gidiyoruz bu akşam" dedim. "Ayyy..." deyişini hatırlıyorum. "İyi olur umarım" dedi. "Şansın açık olsun" dedi. Ne kadar çok şansa ihtiyacımız vardı. Şans olmadan, kritik anlardaki kritik işler lehimize gelişmeden bu işin altından kalkabilir miyiz? O akşam arkadaşlarımla buluşacaktım. Onları aradım ben gelemiyorum diye. Sevgili dostum Bora ile konuştuk, telefonda ne kadar heyecanlandığını hissettim. Annemi düşündüm; Sağ olsaydı şimdi ne kadar iyi olurdu onunla konuşmak. Her sınavdan, her zorluktan önce ne zaman konuştuysak bana hep "Sen yaparsın" demiştir. Sen yaparsın. Acaba gerçekten yapabilir miydim, bilemiyorum? Sabah güneş doğduğunda bilecektim ne yapıp yapamayacağımı. Yine de kulağımda "Sen yaparsın" diyen annemin sesini duyuyordum.
Zaman daralmaya başlamıştı. Eyüp evden çıkmış yolda idi. Belki biz çıkmadan, belki biraz sonra hastaneye ulaşacaktı. Hazırlıklar bitmişti. Başhekimi aramak gerektiğini söylediler, Erdal'ın o zamanki odasından aradım.
Çok kısa bir konuşma oldu hiçbir detaya girmediğimiz. Meğer sonradan öğreniyorum ki sadece organ almaya gittiğimizi düşünmüş. Nakil yapılacağı aklına gelmemiş. Olabilir, o karmaşada her şey olabilir. Ama o kısacık konuşma beni rahatlattı. Hem haber verip görevimizi yapmış olduk, hem de fazla detaya girmek uzun uzun konuyu özetlemek gerekmedi.
Son bir-iki telefon daha vardı hastaneden çıkmadan önce. En son karımı aramak istiyordum, O günlerde bana çok kızgın olsa bile. Ondan önce yıllardır görmediğim aralarda telefonla konuştuğumuz eski bir dostu arayacaktım. Konferans salonunun penceresinden dışarı bakarken tuşa bastım ve kısa sürede telefon açıldı.
Yıllardır tanıdığım ve çok sevdiğim dostum Asuman. Yılda birkaç kez de olsa oturur, konuşur dertleşirdik. Bir gün ona "Seni bir gün ararsam ve o gün bugün Asuman dersem, o gün benim için dua et" demiştim.
Son bir telefon daha edip artık işime odaklanmam gerekiyordu. O zaman evli olduğum eşimi aradım. Onunla da kısacık bir konuşma yaptık.
Yola çıkmadan önce Eyüp'ü göremedik. Bizi Sabiha Gökçen'e götürecek ambulans geldi. Arkadaşlarla vedalaştık, çıktık yola. Ben, Erdal, Oral, Belma ve Ali. Yukarıdaki fotoğrafım Oral tarafından ambulansın arkasında çekildi. Yan yana oturuyorduk. Defalarca birlikte organ çıkarımına gidip, akciğeri çıkartacak hale getirip bırakmışlığımız vardı. Bu sefer alacaktık artık, onla da kalmayacak takacaktık. Heyecanlıydık tabii ki. Ona yol boyunca nasihat ettim. Neler söylediklerimi dün gibi hatırlıyorum. Ama burada yazmayacağım. Söylediklerimin benden çıktığını artık onun olduğunu düşünüyorum. İsterse o da bir gün konuşmalarımızı herkesin bilmesini sağlar.
Havaalanında özel uçakla yolculuk yapmanın başka bir prosedürü varmış. Bilmiyoruz tabii ki, şaşırıyoruz olanlara, acemiliğimize gülsek mi ağlasak mı? Örneğin siz gidip işlem yapmıyorsunuz. Bir görevli kimliklerinizi alıyor, 5 dakika sonra biniş kartlarınızı getiriyor gibi durumlar. İnsanın hoşuna gitmiyor da değil. Alışılmadık bir itibar ile uçağımızın yanına geldik. Uçağın iki ABD'li pilotu bir de doktoru var Mevlüt. Hazırlık yapıyorlar. Tam istenilen saatte orada olacağız. Her şey mükemmel ilerliyor.
Yaşamda her şey böyle olmuyor tabii ki. Bir telefon trafiği olmaya başladı. Ali ve Belma durmadan konuşmaya başladılar. "Neler oluyor?" diye sordum. Bir ödeme sorunu olduğu, onu halletmeye uğraştıklarını söylediler. Biraz gerildik elbette. Yapacak bir şey var mıydı? Şimdilik yoktu, çözmeye çalışıyorlardı. Bir süre sonra "Tamam" dediler. Uçağın kapısı kapandı, büyük bir keyif ile havalandık. İstanbul'un ışıkları küçülmeye, uçağımız bizler için önümüzdeki saatler gibi karanlık gökyüzüne doğru ilerlemeye başladı.
Az sonra uçak içinde yine bir hareketlenme oldu. Mevlüt, Ali pilotlarla konuşmaya başladılar, yüzler asıldı. Uçağımız geniş bir dönüş yaparak havaalanına doğru döndü. "Neler oluyor?" dedim. Ödeme alınamadığı için şirket sahibi pilotların geri dönmesini istemiş. Ben de sizler gibi birisi şaka yapıyor diye düşündüm. Pilotlara gittim. Durumumuzu ve için bulunduğumuz süreci anlattım. "Anlayın beni lütfen" diye bitirdim sözümü. Pilot Amerikalı kibarlığı (!) ile, "Seni çok iyi anlıyorum, ama maaşımı patron veriyor. Dön dedi, dönüyorum" dedi. Haklı mı, haklı. Oturdum yerime. "Acaba" diyorum, "Denedik, elimizden geleni yaptık, olmadı işte, bir engel çıktı, zorladık ama gidemedik. Bu rüya böyle bitse mi?" Karışık duygularla alana indik, kapı açıldı yine bir telefon trafiğidir başladı.
İşler uzamaya saatler ilerlemeye başladı. Sinirler gerildikçe gerildi. Kalp ekibine haber vermek istedim. Mehmet Ali'yi aradım. Ona geciktiğimizi, biz gelinceye kadar hazırlığı şu aşamaya kadar ilerletebileceklerini söylerken "ben Konya'ya gitmiyorum, başka bir arkadaş gidiyor" dedi. Onunla olmaya kendimi çok hazırlamıştım. "Yapma, sen yok musun?" Oradaki arkadaşımız ile konuştuğunu, onun da çok deneyimli bir cerrah olduğunu, bize yardım edeceğini anlattı ama keyfim kaçtıkça kaçıyordu.
Heyecanımız azalıp, gerginliğimiz artmaya başlamıştı ama sorunu çözemiyorduk. Hastanın uçak parası bankadaydı. Ama mesai bitimini geçtiğimiz için para transfer edilemiyordu. Uçak firması da parasını almadığı için uçmak istemiyordu. "Kiminle görüşmek lazım?" diye sordum. "Patronla" dediler. Bütün kibarlığımı takınıp konuşmaya başladım. Durumu anlattım, nasıl bir iş içinde olduğumuzu, onun desteğinin ne kadar kritik olduğunu ve yardım ederse çok sevineceğimi söyleyerek konuyu bağladım. Karşımdaki gerçekten çok kibar bir Bey'di. Durumu sonuna kadar anladığını, yardım etmeyi çok isteyeceğini, daha önce de böyle durumlarda hep yardım ettiğini söyleyerek, lafını şöyle bitirdi; "Parası alınmamış 28 uçuşum var, emin olun bu gece bu sayı 29 olmayacak". Bunun üzerine ben biraz daha kem küm ettim ve teşekkür ederek kapadım telefonu. Adam haklı değil miydi? İyi niyetle davrandıkça umulmadık bedeller ödemiyor muyduk? Artık yolun sonu gibi gözüküyordu. Ya çözülecekti ya da dönüp eve gidecektik. Belma durmadan paranın hazır olduğunu, bir yol bulup çözmemiz gerektiğini söylüyordu.
Aklıma bir çözüm geldi. Hemen şirketin muhasebesini aradık. Parayı biz kredi kartlarımız ile ödeyecektik. Aile de bize ödeyecekti. Şirket için kimin ödediğinin önemi yoktu. Olur muydu, evet olurdu. Hemen kredi kartı numaramı görevliye verdim. Tabii ki, ödeme limitim bütün parayı karşılamaya yetmedi. "Erdal kartını ver" dediğimi hatırlıyorum. "Başka kimin kartı uygun?" Herkes cebine davrandı, kartlarını çıkardı. Parayı ödedik, teyit geldi. "Tamam" dediler ve tüm hızımızla simsiyah gökyüzüne doğru tekrar havalandık.
Konya havaalanına indik. Yüksek İhtisas'ın uçağının yanında durduk. Görevliler kapıyı açıp bizi karşıladılar. Bir polis arabası ve ambulans bekliyordu ekibimizi. Hemen bindik ve uçarcasına yol almaya başladık. Yaşamımda ilk ve tek olarak tüm kavşaklar bizim için tutulmuştu. Devlet büyükleri gibi Meram Hastanesi'ne geldik. Organ nakil ekiplerine hep böyle yapılıyor sandık o zaman. Ama bir daha da öyle bir itibar görmedik aslına bakarsanız. Bu memnuniyetimiz de Konya'daki Havaalanı'nın saat 01:00'de kapanacağını duyuncaya kadar devam etti. O saate kadar organı alıp, dönmemiz gerekiyordu. Kalktık kalktık, kalkamadık sabahı bekleyecektik. O saate yetişebilir miydik, nereden bilebilirim ki "Tabii ki yetişiriz" dedim. Zaten sıkıntı diz boyu bir de zaman sıkıntısı eklendi.
Bir süre sonra öğrendik ki, belki Konya Valisi, belki Emniyet Müdürü, kim olduğunu bilmediğimiz biri bizlere yolları açtırdığı gibi havaalanına da emir vermiş: Ekipler gidinceye kadar alan açık kalacak. Kimse o kişi sonsuz teşekkürlerimi söylemek isterim. Türkiye'de yaşıyoruz. Olmaması gereken bir sürü şeyle uğraşmamız gerekiyor, bir sürü sıkıntılı konu insanın haberi bile olmadan çözülüyor. Uzatmayalım, Meram Hastanesi'ne gelir gelmez ameliyathaneye girdik. Ekipler çoktan işe başlamıştı. Biz de hemen hazırlıklara giriştik. Kalp ekibi ile durumu değerlendirdik. Kırk yıllık dostumuz gibi bize yardımcı oldular. Tüm kanüller yerleştirildi. Bizimki hariç. Ekibe ya çekil ben kanülümü yerleştireyim demem lazımdı, ya da sen benim kanülümü de koy. "Hangisini tercih edersin?" diye sordum. "Sorun yoksa ben koyarım" dedi. Anlaştık ve kalbi durdurduk ve kanülü hızlıca yerleştirdi. Aslında biraz ters oldu ama bu bir sorun çıkarmayacak bir durumdu. Bizim kanülden yıkama solüsyonunun akciğer içine aktığı gördükçe sıkıntım azalıyordu. Sıvının gidişini Belma ayarlıyordu. İçeride kıyamet kopuyor gibiydi ama sadece onunla konuşmalarımızı duyuyordum. Sanki bizden başka ses çıkmıyor gibiydi.
Yıkama işlemi bitince kalp ekibi kalbi çıkartmaya başladı. Gerçekten son derece deneyimli bir ekipti. Sıra ikimizin ortak çizgisine geldi. Her hareketi benim de onayımı alarak kalp ve akciğer nakli için gerekli sınır birbirinden ayrıldı. Ne kendisini korudu ne de beni. Tam istediğimiz miktarda doku kaldı bize. Kalbi çıkarttılar ve hızlıca çıkıp gittiler. Artık bundan sonrası bizimdi. En kritik aşamayı geçmiştik. Biz de alışık olduğumuz şekilde akciğeri çıkardık. Koruyucu torbalara koyduk ve hastanenin koridorlarından hızla ambulansa ilerlemeye başladık. Bize yardımcı olan ve yol gösteren bir hemşire arkadaş işlerin nasıl gittiğini bir sorun olup olmadığını sordu. "Biz böyle bir şeyi ilk kez yapıyoruz" dedi. Erdal ile göz göze geldik, "Çok iyi idi her şey, teşekkür ederiz" dedim.
Dönüş yolunda ambulansın önünde Ali ile birlikte oturuyor, karanlıkta hızla yol alıyorduk. "Ağabey, basına haber veriyorum ben" dedi. Bir araba laf söyledim. Her şeyimiz tamdı, bir basın eksikti. Konuştum durdum. "Pekiyi Ağabey" dedi. Öyle bakıyordum camdan dışarı. İki yıldır herkes hazırlandığımızı biliyordu. Duyan duymayanı aramıştır, hastane, camia, bakanlık herkes bizim bu akşam nakil yaptığımızdan haberdar olmuştur. Bu onun için de yaşamında belki hiç yaşamayacağı bir an diye düşündüm. Neden o kadar sert tepki vermiştim ki? "Nereyi istersen ara, benim açımdan sorun yok" dedim ama daha cümlem bitmeden o birileriyle konuşmaya başlamıştı bile. Bunu seviyorum işte. Gergin anlarda anlamsız tepkiler verebiliriz. Temelde bu tepkiler iz bırakmadan geçip gitmeli. Kısa süre sonra uçakta yerimize oturduk. Motorlar çalıştı ve pist üstünde ilerlemeye başladık saatime baktım 01:10 idi. Havaalanı çalışanlarını evlerine 10 dakika geç göndermiştik. Bir kez daha kim olmadığını bilmediğim o kişiye şükranlarımı gönderdim.
Artık vakit kaybına tolerans gösteremezdik. Hızlı olmak gerekiyordu ama sürekli kendime sakin olmam gerektiğini söylüyordum. Sokaklarda gecenin sakinliği vardı. Ambulans yavaş yavaş hastaneye yaklaşıyordu. Gitmeler, gelmeler, diğer ekipler vb bittiği için artık daha rahat hissediyordum. Kontrolü daha çok sağlayabileceğimiz bir döneme gelmiştik. Sakin ol diyordum, sakinlik ve dikkat en çok gereken iki şey. Hastanenin bahçesine girdik. Orası da sakin ve karanlıktı. Ambulans arka kapıya yaklaşırken birden kameraların ışıkları açıldı. Bir anda ortalık gündüz gibi oldu. Bir sürü gazeteci ve nöbetçi arkadaşlar bizi kapıda bekliyorlardı. Eyüp'ün ailesi de oradaydı. Ayaküstü merhabalaştık. Bize iyi dileklerini gönderdiler. İçeri geçtim, üstümü değiştirdim ve ameliyathaneye girdim.
Şenol göğüs kafesini açmış, akciğeri çıkarmak için hazırlık yapıyordu. "Nasıl?", "İyi". Önemli bir aşamayı daha geçmiştik. Beklenmeyen bir sıkıntı olmamıştı en azından başlangıçta. Oral ile birlikte yıkandık ve ameliyata ben de katıldım. Erdal donör akciğeri hazırladı o arada biz de akciğeri çıkardık. Kontrolları yaptık ve artık nakil işlemine hazırdık. Akciğeri istedim ve hasar görmemesine dikkat ederek göğüs kafesinin içine koydum. Planladığımız şekilde akciğerin toplar damarlarının olduğu kalbin sol kulakçığının duvarını birleştirmeye başladık. Köpek ameliyatlarından yıllar sonra bu işlemi tekrar yapıyordum. Acele etmeden olabildiğince sakin bir şekilde, bu işlemi tamamladım. Bu bence ameliyatın en sıkıntılı bölümüydü. Çünkü ameliyatın diğer bölümlerini defalarca belki daha zor teknik sıkıntılarla yapmıştım. Önce havayolunu sonra akciğerin atar damarını diktik. Yavaş yavaş işin sonuna geliyorduk. O zamana kadar anestezi bölümü ile hiç ilgilenmemiştim. Anestezist arkadaşım Abdullah kulağıma eğildi ve "Ağabey hasta ölüyor" dedi. Umutsuzca yüzüne baktım. Bu sefer yüksek sesle "Yapabileceğiniz bir şey varsa yapın, yoksa kalbin performansı düşmeye başladı ve verdiğim ilaçlar artık etki etmiyor" dedi. "Bana bir dakika ver" dedim. Gerçekten son birkaç dikişim kalmıştı. Normalde akciğeri dolaşıma tekrar sokmak bir dizi manevra ile yapılmaktadır. Bizim planımız da buydu. Ama bu konuşmanın üzerine her iki klempi de hızla açtım ve akciğerde dolaşım başladı. Artık yeni akciğer içinden kan geçip vücuda dönüyordu. Tabii ki akciğerin bu kanı oksijenlendirmesi de gerekir. "Havalandır" dedim Apo'ya. Saniyeler içinde akciğer bir balon gibi şişmeye başladı. Her iki dikiş hattında, kalp duvarında ve atar damarda, küçük birer kaçak vardı. İkisinin de üstüne basıp kontrol ettik. Akciğer çalışmaya, hava alış-verişine başladı. Biraz bekleyip akciğerin işlevini değerlendirmemiz gerekecekti. Bir süre sonra kan alıp incelemeye gönderdiler. Sonucu hepimiz heyecanla beklemeye başladık. Saat 05:30'du. Monitör çok iyi olmasa da kalbin performansının çok da kötü olmadığını gösteriyordu. Bu saatten sonra artık yapabileceğimiz sadece destek şeklini arttırmak olabilirdi. Biz cerrah olarak daha fazla bir şey yapamazdık. Vurduğu topun ardından bakan tenis oyuncusu gibi. Topa vurdun bir kez artık sadece süzülüşünü izleyebilirsin. Çizginin içine de düşebilir, dışına da. Tenisçinin kalitesi topun düştüğü yer ile değil, vuruş tekniği ile ölçülür.
Biraz sonra sonucu getirip Apo'ya verdiler. Başını kaldırıp bana baktı, nefesimi tutmuştum. Gülerek "Bu hastaya artık hiçbir şey olmaz, yaşar bu adam" dedi. "Bana da göster" dedim. İki sonucu bir arada kıyaslamalı gösterdi. Klempler açılınca değerlerde inanılmaz bir düzelme olmuştu. Bir sevinç dalgası yayıldı ameliyathanede. Herkes konuşmaya, şakalaşmaya, kahvaltı planları yapmaya başladı. Geriye yapacak ne kalmıştı ki, iki kaçak yerine birer dikiş koydum. Her şey gayet iyi gözüküyordu. "Kapatacağız artık" dedim. Arkadaşlarımın ellerini sıktım ve çıktım ameliyattan. Ameliyathanede herkesle kucaklaştım. Birbirimizi tebrik ettik. Dinlenme odasına giderken Belma ile birlikte yürüyorduk. Bana bir kutu kola verdi. Kolanın kapağını açamadım. Ellerim titriyordu.
Bu durum Türkiye'de bizden önce dört kez yaşanmıştı. Biz de sıraya beşinci olarak yazılmıştık artık. Bu bizim için büyük bir onurdu elbette. Ama hiçbir hasta daha önce solunum cihazından ayrılmamıştı. Biz ayırabilirsek ilk olacaktık. Artık çok mutluydum. Gelsin çaylar, gitsin kahveler derken "Basın kapıda bekliyor, onlara bir şey söylemek lazım" dediler. "Siz birşeyler söyleyin" dedim. "Senin söylemen lazım" denince ben de ameliyathane bölümünün kapısına çıktım. Yanımda Erdal ve Apo vardı. Birden kamera ışıkları yanınca şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. Birşeyler söyledik öylesine. Kendi kendime insan iki çift laf düşünmez mi diyerek içeri girdim.
Artık yoğun bakımda hastayı beklemeye başladık. Ortalık hareketlendi ve içeriden o bildik gürültüler gelmeye başladı. Hasta taşımanın gürültüleri. Yoğun bakım kapısında bekliyordum. Derken koridorun başında gözüktüler. Yatak etrafında işi olan olmayan herkes. Artık iş bizden yoğun bakım ekibine geçmişti. Sevgili Gül ve Burhan. Hasta iyi gözüküyordu aslında fakat yoğun desteğe rağmen tansiyonu düşüktü. Başında tüm ekip birşeyler yapıyordu ben de onları öyle izliyordum. Bekliyorduk öyle, kalp çarpıntıları içinde ben de bekliyordum. Bir süre geçti böyle derken Burhan "Bu hasta çok soğuk" dedi. Ameliyat sırasında hastalarda ciddi ısı kayıpları olabilirdi. Özellikle uzun ameliyatlarda bu konuda önlem alırdık. Bu sefer alınmış mıydı bilmiyorum. Hemen Eyüp'ü ısıtmaya başladık. Yoğun bakımdaki cihazların yanı sıra o dönemde ‘UFO' diye bilinen bir ısıtıcı getirdiler. Sonuna kadar açtık. Basın bu halimizi görse rezil oluruz diye düşündüm. Kısa bir süre sonra içerde otururken Asistan Pınar geldi, 6 oldu dedi. Tansiyon yükselmeye başlamıştı. Hemen içeri gittim, "70 oldu" dediler (6-7 veya 60-70).
Aynı dakikalarda arkadaşlar internet sitelerinde gece yaptığımız ameliyat yazılmaya başlandığını söylediler. Öyleydi gerçekten. Rüyada mıydık?
İlk telefonumu 10:30 civarında aldım. Hızlı haber alabilen çok çekişmeli ve üzüntülü uzun bir ilişkimiz olan bir meslektaş, bürokrat, kısaca bir Bey aradı. Kutladı beni. Sonra birkaç telefon daha. Sonra Bora aradı. Sevgili Dostum, Kardeşim. O telefon çok mutlu oldum. Çekinerek ne olduğunu sordu. Konuştuk, anlattım ona olanları. Artık yaptığımız iş duyulmaya başlamıştı.
Akciğer naklini ilk kez başarmış olmamızı takip eden yıllarda büyük bir eleştiri ve kötüleme ile karşı karşıya kaldık. Süreyyapaşa Göğüs Cerrahisi'nde yapmıştık bu ameliyatı, ilk olgu çok da başarılı olmuştu. Ama neyin başarı neyin başarısızlık olduğunu tanımlamadan birilerine yüklenmek konforlu bir durumdu. İşin açıkcası bunu anlamam yıllarımı aldı.
İlk eleştiri daha Pazar günü gazetede çıkan haberle başladı. Gazete bu haberin yayına Prof. Dr. Göksel Kalaycı'nın resmini koymuş ve şunu yazmıştı. "Üç kez denendi ve başarılı olunamadı". Zannedildi ki, bu haberi ben böyle yazılsın istedim. Ben bunu neden isterim ki? "O yapamadı ben yaptım" demek mi daha iyi, "Bu bayrağı o değerli insanlardan aldık" demek mi? Yapmıştık işte, neden birilerine yüklenelim o noktada? Pekala da o insanlar bize yol açmıştı. Biz de açılan yoldan yürümüştük. Dünyada ilk başarılı nakil 45. girişim olmuştu. Yani ilk 44 tanesinin bir anlamı yoktu diyebilir miyiz? Aynı şekilde bizde de 5. denemede başarı gelmişti. İyi değil mi? Neden ilk dört girişimi kötüleyelim.
Sonraki günlerde karşımıza aşılması gereken koca bir dağ çıktı. Detayları anlatmak çok uzun ama kim karşı çıktı örneğin derseniz, Türk Göğüs Cerrahisi Derneği derim. Sonra büyük üniversiteler; "Uzmanlık hastanesinde bu iş yapılamaz" demeye başladılar. Belki doğru bu söylenen ama vakitleri vardı, yapsalardı. Ben de zaten neden yapmadıklarını soruyordum. Yıllardır Ankara Yüksek İhtisas, İstanbul Kartal-Koşuyolu gibi hastanelerde şakır şakır kalp nakli yapılıyordu sanki uzmanlık hastanesi değilmiş gibi.
Ben sonraki toplantılarda kendimce asıl başarısızlıktan şöyle söz ettim: Dünyada ilk akciğer nakli 1963'te denenmiş, 20 yıl boyunca çeşitli başarısız denemeler yapılmıştı. 1983'de de ilk başarılı akciğer nakli yapılmıştı. Biz, ülke olarak ilk denememizi 1999 yılında yaptık ve 2008 yılına kadar toplam 4 kez denedik. Bir ameliyatı bir ekip, diğer 3 ameliyatı diğer bir ekip yaptı. Neden bu kadar az denendi? Ya da ekipler neden kaybettikleri olgulardan sonra başarı için direnç göstermediler? Bu ülkenin en zirvedeki tıp merkezleri, aklınıza neresi geliyorsa, o merkezler bu işe asılmadılar. Türkiye'de organ naklinde neredeyse destan yazılırken bu konunun ünvan kazanan, para kazanan, kimsenin görmediği itibarı gören değerli hocaları, ellerinde onca olanak varken neredeydi? Bırakın '63'ü, '83'ten bu yana 26 yıl boyunca neden sadece iki ekip bu konuyu dert edinmiş, en azından denemişti? Gerçek başarısızlık bu kadar geç kalmamızdaydı. Oysa bizim Fikri Alican'larımız, Cemil Aslan'larımız vardı. Neden kimse tanımıyordu bu eli öpülesi insanları?
Bir yerde bir yanliş varsa bu yanlış hiçbir zaman tek taraflı değildir elbet. Ben de bu eleştirilere çok sert ve üst perdeden cevap verdim. Bugün, o günleri düşündüğümde yaptığımız işin etkilerini ne kadar kavrayamadığıma şaşıyorum. Diğer işleri ve ilişkileri inanılmaz derecede kötü yönettik. Yıllar geçtikçe birçok sebepten duygularım yatışmaya başladı ve son noktayı okuduğum bir kitaptaki şu cümle ile koyabildim. Hamilton, "History of Organ Transplantation":
Bir kitapta çirkini tarif etmezseniz, güzeli tarif edemezsiniz yazıyordu. Sınırları müphem bırakmak, tanımları yapmayarak konuları istediğin yere çekebilmek özgürlüğü. Hepimize ne kadar tanıdık gelen duygular bunlar. Şimdi okumaya bir dakika ara verin ve düşünün organ naklinde başarı nedir diye? Sağlık Bakanlığı ameliyat sonuçlarını elifi elifine izler. Kaç olgu yapıldı, ameliyatın erken döneminde kaybedilen hastalar ve elbette kaç hasta halen hayatta diye. Yıllar içinde konuştuğum birçok bürokrat bana kaç hasta ameliyat ettiğimi, kaçının hayatta olduğunu sordu. Ağır tartışmalar yaşadık bu soru ardından. Size de mantıklı geliyor mu bu soru? Hastaların kaçı yaşıyorsa o kadar başarılı sayılırız!
Eğer birileri benim başarımı ameliyat ölüm oranları üzerinden değerlendirecekse, hiçbir riskli hastayı ameliyat etmem. Hiçbir sorunlu akciğeri alıp bir hastaya takmam. Sadece en uygun hastalara, en uygun durumda, en iyi donör akciğerleri takarım, böylelikle başarı oranımı yükseltirim. Her toplantıda da kasıla kasıla dolaşırım. Diğer grup yani nakil olamayanlar, ne olur sizce? Yoğun bakımlarda umutsuz çabalarla sessizce kaybedilirler. Ama onlar nakil yapılmadıkları için bu değerlendirmenin dışında kalırlar ve nakil ekiplerini ilgilendirmezler. O zaman bir kez daha soruyorum: Organ naklinde başarı nedir?
Almanya, İngiltere örneklerine bakarsak yurdumuzda her yıl 200 adet akciğer nakli yapılması gerekir. Bence başarı, teorik olarak hesapladığımız 200 donör akciğerin bekleme listesindeki 200 hastaya takılmasıdır. Münci Kalayoğlu'nun deyişi ile; "Organ naklinde ölüm oranı sorulmaz, sayı sorulur". Yurdumuzda akciğer naklini yükseltmek, kaybettiğimiz yılları kazanmak istiyorsak yılda 200 nakli hedeflememiz lazım. Çok seçerek yaptığımız yılda 10 nakil ile hiçbir yere varamayız. İnancım budur.
Daha da dramatik olan nokta şu; nakil kararından sonra geçen sürede durumu kötüleşen bir hastanıza riski arttı diye nakil yapmaktan vazgeçeçek misiniz? Elinizi sürmediğiniz sürece o sizin hastanız değil. Bu işle uğraşan hekimler "Vazgeçebiliriz" diyeceklerdir. Tabii ki vazgeçebiliriz, ancak o donör akciğer daha iyi bir yaşam beklenen bir hastaya takılabilecekse. Ya da organ nakli jargonuna göre ‘çöpe gidecekse' ne yapılmalı?
Örnek mi? Bir hastamiz, 40'lı yaşlarda uzun süre organ bekledi. Bir gece uygun akciğer bulduk. Hazırlıkları yapıp hastamızı ameliyathaneye aldık, uyuttuk. Bu hastalar anestezi aldıkları zaman artık bir daha uyandırılamazlar. Ancak nakil yapılıp uyanmaları söz konusu olabilir. Uyuduktan kısa süre sonra bazı tıbbi sebeplerden hastamızın kalbi durdu. Tüm ekip başındaydık. Hemen müdahale edildi ve kalp yeniden çalışmaya başladı. Burada kritik olan bu süreçte beynin hasar görmesidir. Bunu nasıl anlayacaktık, bilmiyorum. Ancak uyandığında anlaşılabilirdi. Pekiyi hastayı nasıl uyandıracaktık? Anestezi ekibi sordu, "Devam edecek miyiz?" Tereddütsüz cevap verdim "Elbette". Nakli yaptık, hastamızı yoğun bakıma aldık. Bulguları iyi gözüküyordu. Uyanmasını günlerce bekledik. Ama ne yazık ki, o hasta da benim başarısızlık haneme yazıldı.
Bu satırları yazarken uzun süredir akciğer nakli yapmamış ve son rakamları takip etmemiş biri olarak yazıyorum.